Bu yazıda bu hafta şunu yaptım, şununla uğraştım diye yazmaktan ziyade biraz daha genel değerlendirme, genel gözlemlerim ve çoğu 'kendime notlar' şeklinde birkaç şeyden bahsetmeye niyetliyim. Hadi başlayalım!
- Böylesi uzun süreli bir "yurt dışı araştırma" deneyimi olarak bu benim için bir ilkti. Geçmiş senelerde çeşitli vesilelerle, çoğu zaman konferanslar ve yaz/kış okulları amaçlı yurt dışında enstitüleri ziyaret etmişliğim vardı fakat bunlar hep kısa süreli ve oturup çalışmaktan ziyada pasif bir şekilde dinleyip katıldığım etkinliklerdi. Bu kadar uzun süre Türkiye'den de uzak kalmamıştım ve bunun farklı farklı etkileri oldu elbette değineceğim. Fakat öncelikli odaklanacağım şey CERN'ün kendisi. Devasa bir organizasyon olarak içinde binlerce araştırmacı barındıran böylesi bir yerin parçası olmak, buradaki çalışmaların içine dahil olmak için benim için müthiş bir deneyimdi. Burada geçirdiğim iki ay süresince yaptıklarımla ilerleyen zamanlarda da döndüğümde ve önümüzdeki yıllarda da devam edecek çalışmalar için ilk adımları atmış, proje ekiplerine dahil olmuş oldum. Bu benim yıllardır hayalini kurduğum, gerçekleşmesi için sürekli çabaladığım fakat şu güne kadar da çeşitli sebeplerle gerçekleşmemiş bir hayalimdi, gerçekleştirmiş oldum. Yıllardır okulda çoğu zaman etrafımda birkaç kişiyle, kendimizce yada araştırma yapmaya niyetlendiğinde gene en fazla danışmanınla yapabildiklerinin yanında burada yüzlerce insanın koordine bir şekilde emek verdikleri, sürekli çalışarak ilerleme kaydettikleri bir ortam benim için yeni bir şeydi. Şu iki ayda, yüksek lisansa başladığım zamandan bu yana (ki yaklaşık 1.5 yıl oluyor) toplam çalıştığımdan daha fazla çalıştım desem yeridir. İşin ilginç yanı bu kadar çalışmanın onda biri için Türkiye'de korkunç bir irade ve kararlılık göstermem gerekirken burada her şey neredeyse kendiliğinden gerçekleşti. Sonuçta dolu dolu bir iki ayı çalışarak ve yeni şeyler öğrenerek, buradaki projelerin detaylarını keşfederek geçirdim.
Üzerinde çalıştığımız KWISP opto-mekanik sensörünün yeni versiyonunun büyük bir kısmını tamamlayıp ekip olarak verdiğimiz keyif pozu!
- CAST deneyiyle büyük bir deneysel çalışmanın operasyonel olarak nasıl çalıştığını fazlasıyla deneyimleme şansım oldu. Geldiğim zaman aralığı deneydeki birçok dedektörün ve mekanizmanın bakım ve yükseltme zamanına, yaza denk geldiği için böyle oldu ama hiç de fena olmadı. Olayın fiziğine yavaş yavaş girmeye niyetli olduğum bir deneyin fiziksel ve mekanik olarak nasıl çalıştığı, nasıl işetildiği konularında birçok şey öğrendim. Bunların her birinin lisans eğitimimdeki 'masaüstü deney'lerden çok çok büyük ölçekte olması ilk etapta bir 'korku' hissi uyandırsa da deneydeki kişilerin, yıllardır yapageldikleri gibi, yeni kişileri entegre etmek için harcadıkları çaba ve öğrettikleri şeyler sayesinde eğer biraz gayretliysen birkaç ay içinde birçok konu hakkında fikrin olabiliyor. Bu ay kısa bir süreyle veri almaya başlamamızla birlikte geçen hafta yaptığımız haftalık toplantıda bunu fark ettim; oldukça kısa bir sürede deneydeki işlerin nasıl yürüdüğünü, nelerde problem olduğunu, nasıl çözülmesi planlandığını falan öğrenmeye başlıyorsun. O gün o odada deneye katkı veren ve şu an CERN'de olan kişiler vardı ve orta büyüklükte bir odaya sığabiliyorduk. O odadaki herkesin görevini, ne yaptığı ilk başlardaki gibi bir bilinmez gibi değil; ben de artık o ekibin bir parçası gibi hissettiğim için fazlasıyla aşina olduğum bir şey olduğunu hissettim. Bunda deneyin ölçeğinin küçük olması ve deneydeki kişilerin gerçekten müthiş samimiyetlerinin büyük etkisi var.
- ATLAS deneyi konusuna gelirsek, ölçek olarak korkunç büyük bir deneyden bahsediyoruz. Deneyin bir bölümündeki sadece bir alt dedektörün bile beşin üzerinde farklı çalışma grubu var ayrı ayrı. Bir karınca kolonisi gibi ve kaçınılmaz olarak hiyerarşik. Bir göreviniz olduğunda bu görevin uzmanları ile bir şekilde koordine olarak görevi yürütüyorsunuz ve düzenli olarak (günlük/haftalık) toplantılarla rapor veriyorsunuz. Bu toplantıların çoğuna Dünya'nın dört bir yanından insanlar da katılıyor ve toplantı salonunda CERN'de beş-altı kişi varken online olarak bağlanan 15-20 kişi oluyor, çoğunun yüzünü dahi görmüyorsunuz. Ortadaki iş gerçekten 'büyük bilim' dedikleri türden. Karmaşıklık olarak ise birbirine bağlı alt komponenetlerle birlikte sistemin tümüne hakim olmak neredeyse hayal; ucundan azıcık bir şeyler öğrenip dönebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Yaptığım iş veri kalitesi kontrolü gibi neredeyse rutin bir işti fakat burada yaptıklarımı çat-pat 'anlamak' adına dahi sarf ettiğim zaman oldukça fazlaydı. Bu da farklı bir deneyimdi elbette ve böylesi büyük bir şeyin parçası olmak aynı zamanda iyi de hissettiriyor. Türkiye'ye döndüğümde bazı haftalar uzaktan dahil olup veri kalitesi nöbetleri tutmaya devam edeceğim.
- Çalışma konusundan devam edersek, bölümde araştırma görevlisi olduğumdan beri kendime hedeflediğim düzenli bir şekilde ofise gelip, gün boyunca geçen onca zamanı işlerime ve çalışmalarıma ayırıp geri kalan zamanda da kafama esen şeyleri yapmak gibi bir hayalim vardı; bir senedir başarısızlıkla sonuçlanan. Burada bunu aştığımı hissediyorum. Her sabah 'işe' gider gibi kalkıp saat dokuzda ofiste kahveni alıp çalışmalara gömüldüm hemen her gün, eğer o gün deney alanında çalışmıyorsak; ki o zamanlar da gün boyunca sürekli çalışıyor olmanın, bir şeyler üretiyor olmanın verdiği hisle diğer günler için de bir pozitif geri besleme etkisi oluşuyor. Aslında mesai saati mantığına baktığınızda 9-5 arası insanın biyolojik olarak da oldukça verimli geçireceği bir zaman, gün ışığının da etkisiyle. Bunu döndüğümde de aynı şekilde devam ettirmeyi umuyorum ama bunu gerçeklemeye çalışacağım ortamla arada korkunç büyük farklar olacak: işe bisikletimle yemyeşil manzara eşliğinde değil, araba gürültüsü eşliğinde gidiyor olacağım, etrafımdaki insanlar genelde fizik değil gerzek gerzek ya başka insanlar hakkında ya da ucuz siyaset hakkında konuşuyor olacak; yapacağım işlerde herhangi bir denetleme, kalite-kontrol mekanizması olmadığı için kendi kendine sürekli bir iç motivasyon yaratma ihtiyacı duyacağım, vs vs… Kendimi bir şekilde izole etmenin yolunu bulmam gerekecek kısacası...
- Çeşitli nedenlerle aralarda oluşan boşlukları yıllardır niyetlendiğim fakat bir türlü başına oturup odaklanıp kararlılıkla halledemediğim 'ileri programlama yöntemleri' öğrenerek doldurdum. Basit script'lerin ötesinde biraz daha 'nesne yönelimli' yöntemler kullanarak biraz daha karmaşık, ileride büyük simulasyonlar ve büyük veri analizleri yapabilmek için gereken birçok şey öğrendim. Bu konularla ilgili katıldığım Almanya'daki GridKa okulunda olayın programlamasının yanında yüksek performans için gerekli donanıma dair de epey fikir sahibi oldum. Tüm bunlarla birlikte buraya gelmeden önce yavaş yavaş dikkatimi ve ilgimi çekmeye başlayan 'yapay öğrenme' (machine learning) konusuna da burada eğilme fırsatı yakaladım boş zamanlarımda. Şu anda tüm dünyayı sallayan bu kavramı uzaktan izlemek yerine, geçmişteki istatiksel mekanik, dinamik sistemler gibi alanlardaki ufak çaplı deneyimimden yola çıkıp doğrudan içine dalarak keşfetme niyetindeyim. Buradan çıkacak olası uygulama fikirleri ise beni şimdiden heyecanlandırıyor. Bu dönem birinin alacağım ve diğerini de takip edeceğim iki yapay öğrenme ders için de şimdiden sabırsızlanıyorum.
- Buradayken aynı zamanda Türk Astronomi Derneği Bülteni Gökyüzü'nün Temmuz-Ağustos'16 sayısını online ve basılı olarak yayınladık. Basılı olarak yayınladığımız bu ikinci sayı Erzurum'da yapılan Ulusal Astronomi Kongresi'nde her bir katılımcıya dağıtıldı. Aynı zamanda buradaki çalışmalarımızı danışmanım ve deneydeki araştırmacılarla birlikte ele alacağımız yazılarımızın yer alacağı 'CERN'de Astrofizik Çalışmaları' özel sayısı için ilk adımları attım, projenin baş sorumlularıyla bir saat röportaj gerçekleştirdim. Kasım-Aralık'16 sayısı olarak hazırlıklarını yaptığımız CERN sayısı için epey iddialı geliyoruz kısacası.
- Burada yaşama konusuna gelirsek; dediğim gibi ilk defa Türkiye'den bu kadar uzun süre uzak kaldım, ki iki ay birçok kişinin deneyiminin yanında nereyse önemsiz muhtemelen, ama bulunduğum tarihler epey büyük bir fark yarattı. Zira memleketi sallayan darbe mevzusunun bir gün sonrasında yurt dışına çıkmaya çalışarak zarla zorla bir şekilde gelebildim; planım arada bir kere dönüp ailemi, kız arkadaşımı görüp belki kısa bir tatil yapmaktı fakat bu mümkün olmadı. Gitmek için bir nedenin olmasa dahi 'istesen de gidemeyeceğini' bilmek hiç de iyi bir his değilmiş bunu gördüm. İlk zamanlar olayların gerçekleşme şekli, yurt dışındaki araştırmacıların geri çağrılma durumları falan derken ülkesi arkada yanarken uzaktan çaresizce seyreden, fakat bir taraftan da yaptığı işler nedeniyle de burada olması gereken bir insanın hisleri.. Orada olmam bir şey değiştirmeyecekti elbette, canımın daha da fazla sıkılmasını neden olmaktan başka ama işte o 'istesen de gidememe' hali feci bir sıkışmışlık hissi yaratıyor insanda. Geçmişte yurt dışında tanıştığım İranlı insanlardan dinlemiştim bu gibi hikayeler, bunun bir versiyonunu yaşadım gibi sanki; bir şeyler ne kadar düzeldi, ne kadar düzelecek bilmeden geri dönüyoruz işte..
- Yaşam, hayat derken gene dönüp dolaşıp siyasete girdik işte… Buradaki hayatın ritmiyle bu kaygılarımızı karşılaştırdığımızda arada dağlar kadar fark olduğunu söyleyebilirim. Ben burada Hobbes'un Leviathan'ındaki 'Toplumsal Sözleşmesi'nin gerçekte yaşayan halini buldum; insanların sosyal ilişkilerinden, tamamen tanımadıkları bir insana karşı takındıkları tavra kadar, birbirlerine tahammüllerinden, hayatın küçük detaylarına özenlerine, yaşama ve mutlu olma becerilerine ağzım açık şahit olarak geçirdim günlerimi. Birbirine bağıran, ters ters bakan, laf atan bir insana, anlamsızca korna çalan bir arabaya rastlamadım. Eğer karşıdaki insanların dilini öğrenecek kadar kültürüne saygı duymak ve dahil olmak için çaba sarf ediyorsanız kimsenin size diyeceği bir şey yok; diğer türlü dese de anlayacak haliniz yok zaten. Buraya gelen Türklerin hemen hiçbiri dil öğrenmek için zerre çaba sarf etmiyor örneğin… Bir diğer konu da ulaşım olarak bisiklet elbette; burada aldığım bisikletle sürekli gidip geldim çalıştığım yere ve zaten her yerde ayrı bisiklet yolları var, üstüne eğer bisikletinizle normal yola girerseniz siz normal bir araç olarak kabul edilip öyle muamele görüyorsunuz. Hiç kimse sizin dibinizden geçip sizi öldürmeye kalkmıyor örneğin; eğer şerit izin vermiyorsa paşa paşa arkanızdan sizin hızınızla takip ediyor, sollayabileceği noktada sinyal verip sizden en az 2 metre uzaktan geçiyor. Şimdi diyorsun ki bu da insan, bizim trafiktekiler de insan (mı acaba?). Son bir senede İstanbul'da bisiklete binmekten gittikçe daha da korkar hale gelmiştim, şimdi burada alışıp geri döndüğümde yaşayacağım travmanın haddi hesabı yok muhtemelen.
- Yaşadığım yer CERN'de çalışan birçok kişinin ev/oda kiralayıp kaldığı İsviçre sınırında, Fransa bölgesinde Saint Genis Pouilly adında bir kasaba. İsviçre ve Fransa'yı ayıran uzun Jura dağlarının eteklerine kurulmuş ufak kasabalardan biri. Kasaba demişken bizim hiçliğin temsiliyetleriyle karıştırmayın, merkezinde büyük bir kültür merkezi, doğduğum şehirdekinden büyük kütüphanesi, sosyal tesisleriyle kendi kendine fazlasıyla yetebilen bir yer. En güzel yanı dağın eteklerinde olduğu için yemyeşil olması. Uzun zamandır özlemini çektiğim şehirden uzak kasaba havası, sessizlik, doğa konularında fazlasıyla tatmin olarak geri dönüyorum. Kasabaların arasında bisikletimle yüzlerce kilometre yaptım herhalde ve her birinin içinden geçerken evlerin düzen ve mimarilerine ağzım açık kalarak şahit oldum; ancak GEO dergisinde falan görebileceğim güzellikle manzaralar eşliğinde güzel yollarda bisiklet sürdüm ve bunun keyfini çıkardım. Bunları bırakıp Cenevre merkezine üç defa falan indim herhalde, inme ihtiyacı bile hissetmedim. Şimdi döndüğümde İstanbul'da karşılaşacağım manzara için kendimi hazırlamaya başladım...
- Buradayken ilk ay işlerin az yoğunluğunu fırsat bilip hafta sonları yaptığım geziler benim için müthiş motive edici ve yepyeni deneyimler oldular benim için. Avrupa'ya uzun süreli gittiğimde yapmayı mutlaka kafaya koyduğum tren yolculuklarını İsviçre'nin muazzam tren sistemi ile deneyimlemiş oldum. İsviçre'nin en büyük şehirlerinin yanında farklı olarak Avusturya ile komşu Lichtenstein'ı da görmüş oldum, artık gözüm açık gitmem :) Her tren seyahatimde yıllardır ağzımın suyu akarak izlediğim BBC'nin müthiş serisi Great Continental Railway Journeys'in müziği arka fonda sürekli çalıyordu resmen!
Selamlar!
Arif